Yataktan sola dönerek ayaklarını hafifçe yere indirdi. Kurulu bir saatin dakikliğine muadil sezgilerini belki onaylamak veya kıyaslamak için telefonun saatine baktı. Karanlıkta gözüne ışık tutulan tavşan misali rahatsız olmuştu …Saat 4.35, içindeki huzursuzluk onu sırtında halatlarla bağlı bir yük misali kamburlaştırmıştı. Ne kadar kendine uzak bulsa, yada uzağa fırlatmak istese de ruhunda-bedeninde taşıdığı ağır yükler.Yine o tanıdık duygu. Adını koyamadığı. Ya da kötü olduğunu düşünecekler diye korktuğu için hep geride bırakmak istediği bir yük…Bir yanı acıyarak içten içe yüzleşmek de isteyen. Yine o sahne;
Tarlanın köşesinde oturmuş elinde taş ile kaplumbağanın sert kabuğuna vuran küçük kız. Çevresinde uzayıp giden sarıya yüz çevirmiş yeşillik, arkasındaki elma ve alıç ağacından güç alıyor sanki. Sıradan bir şey yapıyormuşçasına elindeki taşla kaplumbağaya vuruyordu. Bir süre sonra elinde sürekli darbeler halinde inip kalkan taşın bir çığlık gibi yankılanması sıradanlaşıyor. Kaya gibi sert kabuklu kaplumbağanın varlığıyla sessiz bir husumetin derinliğini sorgulamadan vurdukça vuruyor.
Önünde duran varlığın hareketsizliği, dünyada bir tek o ve kendisi varmış gibi. Hissettiği duygulara yabancı, aynı kendine olduğu gibi, öfke mi, yalnızlık, yoksa sevgisizliğin veya kendini görünür kılmanın başka türlü bir hali mi? İnsan sırf fark edilmek için kötü olmayı seçebilir mi? Bir süre sonra tak taakk taaakkkk diye uzayan seslerin onu uyuşturmasına, ele geçirilmiş bir tutsak gibi boyun eğiyor…Duygularına-duyularına boyun eğen bir esir misali. Hırslanmış! azimle o sert kabuğu kırabilme ihtimaline sıkıca sarılarak. Ne kadar zaman geçmiş bilmeden, uzun vakitlerin masalların bittiği geceler. Uykusunda devleri esir alan cüceler, hayali bir dünya yaratacak kadar gücü yok küçük kızın. O; gücünü sadece kabuğuna sığınan kaplumbağa karşısında hissediyor! Gelecek hayatında sorgulayacağını bilmeden indiriyor elindeki taşı kaplumbağanın tepesine… Zamanı bilmeden hafif kanayan kabuğuna bakıyor. Bırakıyor öylece…Sevinmeli mi? Yoksa! Yoksa bir gün geriye dönüp bu ana baktığında yüreği kanayarak yaralarını sarmak için uykularından uyandığı, çaresizce onun ruhuyla bağ kurmaya çalışıp, ikisini derinden sarsan yaranın büyük ortağı olduğunu bilmeden. Bu gün oturduğu yatağın köşesinden af dilese hafifler mi?
Acı bir keder o’nun ki, derin bir yara, güneşi gördükçe kuruyan, kurudukça kabukları çatlayan. Kendine verdiği acının kaplumbağaya verdiğinden daha büyük olduğunu bilmeden. Üstelik kaplumbağa kadar sert-dayanıklı kabukları da yok.
Parmak uçlarında yeri incitmekten korkar gibi süzüldü sabahın karanlığında. Yaktığı mumun ışığında dilinden dökülen duaların listesini tutmadan her günün yeni bir hikayeyetanıklık edeceğine inanarak. Sessiz, çaresiz Şiva’nıngölgelerini biraz daha aralamasını umarak. Bitirdiği dansın sonunda selamladığı evrenin tezahürüne sığındı. Gözünden süzülen yaşların kendisine mi yoksa parçası olduğu kötülüğe mi aktığına aldırmadan.
Yine içindeki o kurulu saatin zili. Herkesin kendisine yakıştırdığı aristokratik halleri toplayıp dolaba kaldırmış gibi rahat kıyafetlerini üzerine giydi. Kadıköy’deki “İklim Değişikliğine Dur De” eylemine yetişmek için iki saati vardı. Binadan çıkarken kendisini gördüğünde annesine koşan çocuk heyecanıyla havlayan Rita’nın o’na tırmanıp yüzünü salyalarıyla ıslatmasına aldırmadan sarılıp öpücüklerini karşılıksız bırakmadı. Sevgiyi karşılıksız bırakmanın ne kadar büyük bir kayıp olacağını öğreneli uzun zaman olmuştu. Artık geçmişin gölgesi yağmurla dinen rüzgarı andırıyordu. Ayrılırken bu güne özgü sloganı belleğine iyice kazıması gerektiğini hatırladı.
“Hayvana, İnsana, Doğaya Özgürlük”
Şiva’ya ithaf edilmiştir 🙏